İnsanlık tarihine baktığımızda karşımıza çıkan bütün konular üç denklem üzerinedir: Din, milliyet ve madde (Para). Bu konular geçmiş tarihin bizlere aktardığı delillerle incelendiğinde bütün savaşların bu üç sebepten çıktığını görürüz. Bu sebeplerin de topluma anlatılmasını, aktarılmasını bilim insanları siyaset (politika) diye adlandırmışlar. Dinin bu üç etkenden en etkili olması hakim güçlerin bu konuyu çok sık kullanmalarına neden olmuştur. Din tarih dilimlerinde politikayla birleştirilerek neredeyse tüm zamanlara damgasını vurmuştur. İnanç farklılıkları hemen-hemen tüm zamanlarda devlet yönetiminde söz sahibi olmak ve kendi inancının taraftarlarının çokluğuyla yerini pekiştirme kavgası olmuştur. İlkel dinlerden semavi dinlere kadar hepsinde ezen hakim azınlık “dini” kendi yaşam alanlarında rahat bir yaşam sürdürebilmek adına, ezilen geniş kitleler üzerinde baskı ve tahakküm kurma aracı olarak görmüşlerdir. Bu yapılaşma genellikle ilkel “devletlerde” piramit örneği gibi yukarıdan aşağıya doğru imtiyazlı bir azınlık oluşturma gayreti olarak karşımıza çıkmaktadır. Baş yöneticinin her dediğini ilahi bir söz gibi aktaran “din” adamları bunu yaygınlaştırırken kendilerine sağlanan özelliklerin de çoğaltılması için yeni-yeni yapılanmalar ortaya koymuşlardır. Dinler tarihini incelediğimizde bu gün var olanların temelinde ilkel “dinlerin” varlıklarını çok rahatça görebiliriz. Biri diğerinin devamı niteliğinde ki bütün dinler özünde aynı şeyi aktarmak için çeşitli ritüeller çıkartmışlardır. Örneklemek gerekirse haftanın bir gününü ibadete ayıran birisi, sonrasında gelen aynı temayı başka bir güne erteleme gereği duyarak sözde ayrı bir inanış olduğu algısını yaratma çabasında olmuşlardır. Dinlerin söylem olarak ortaya koydukları ilahi sözler arasında nedense hep öteki dünyada insanlar arasında fark olmayacağının vurgulanması işin en işveli tarafını oluşturur. Yaşanılan dünyada ne kadar eziyet çekilirse, öteki yaşamda o kadar rahat edileceği süslü tümcelerle anlatılırken, nedense yönetici ve ya hakim olanların yaşam koşullarının irdelenmesine izin verilmez. Bu dünyada insanın insanı köle olarak görmesi ve kölelerin insan sayılmaması “allah”(?) buyruğuymuş gibi adlandırılır. Bunun ilk örneğini semavi dinlerin temeli sayılması gereken Yahudilikte görebiliriz. Tevratın yazdığına göre insan olabilmenin ilk ve temel koşulu Yahudi olmaktan geçer. “Köleleriniz ve cariyeleriniz çevrenizdeki milletlerden olmalı. Onlardan köle ve cariye satın alacaksınız. Ayrıca aranızda oturan yabancıların çocuklarını, ister ülkenizde doğmuş olsun, ister olmasın, satın alacak ve onlara sahip olacaksınız. Onları miras olarak çocuklarınıza bırakacaksınız. Yaşamları boyunca size kölelik edecekler. Ancak bir İsrailli kardeşine efendilik etmeyecek, sert davranmayacaksın (”Tevrat 12”). Bu alıntıda da, görebileceğimiz gibi, kölelik kurumsal bir yapı haline getirilmiştir. Konuyu biraz daha gerilere götürürsek, insanlık tarihine mal olmuş bütün uygarlıklarda “köle” temel unsur olarak karşımıza çıkar. Buradakı çelişki semavi dinlerin kendilerinden önceki yapıyı aynen korumalarıdır. Yahudiliğe karşı çıkışıyla yeni bir din olarak günümüze kadar gelen ve geniş bir yelpazeye sahip olan hıristiyanlığın bu konuya bakışı ise gerçekten kayda değerdir. “Ey köleler, dünyadaki efendilerinizin sözünü, Mesih`in sözünü dinler gibi saygı ve korkuyla, saf yürekle dinleyin. Bunu, yalnız insanları hoşnut etmek isteyenler gibi göze hoş görünmek için yapmayın. Mesih`in kulları olarak Tanrı`nın isteğini candan yerine getirin. İnsanlara değil, Rab`be hizmet eder gibi gönülden hizmet edin. Çünkü ister köle, ister özgür olsun, herkesin yaptığı her iyiliğin karşılığını Rab`den alacağını biliyorsunuz (”Efesliler 6:5-8”). Yine bir semavi din olan İslamiyet, acaba bu çok önemli konuya nasıl yaklaşım gösteriyor. Bakıldığında çok farklı bir durumun olmadığı gün gibi ortadadır. “Hata dışında bir mümin, diğer bir mümini öldüremez. Ve kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine (varislerine) teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır. Eğer öldürülen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise, o zaman, öldürenin bir köle azad etmesi gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mümin bir köle azad etmesi gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, Alimdir (her şeyi bilendir), Hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir) (Nisa süresi 92.ayet.). Müslümanlarca son din olarak kabul edilen İslamiyetin köleciliğe bakışı ise tam bir muaamadır. Köleler diğerlerinde olduğu, burada ki ayette de belirtildiği gibi, bir eşya gibi takas edilebilmekte, diyet yerine verilmesinde bir sakınca görülmemektedir. Düşünen birisinin şeytanın avukatlığına soyunması ise semavi dinler tarafından yasaklanmıştır. Peki Rab, huda, Yehova, allah nasıl oluyor da kendi yarattığı insanlar arasında bu kadar ayırım yapmaktadır. Bu soru sorgulamayı beraberinde getireceğinden dolayıdır ki kutsal sayılan iletici sözlerinin sorgulanması dinlerde yasaklanmış ve büyük günah sayılmıştır. Diğerlerinde durum bu şekilde cereyan ederken Türklerde durum nasıl algılanmıştır? “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutmuş ve düzenlemiş!” Orhun kitabelerinde ki yazıtlardan anladığımıza göre Türkler insana, doğaya tanrının emaneti gözüyle bakmışlardır. “AC OLANI DOYURDUM, ÇIPLAK OLANI GİYDİRDİM. HALKINA ZÜLM EDEN HAKANLARI DİZE GETİRDİM!” Göktürklerden önce ki Türklerde de durum aynı şekildedir. Devletlerin dinleri yoktur. Halkın her türlü inanç sistemiyle yaşamak gibi bir özgürlüğü vardır. Hakimiyeti elinde bulunduranlar töre gereği kimsenin inancına müdahil olamazlardı. Hatta daha da ileriye gidersek, eğer orta Asya’da ki Türk devletlerinde halk dini ve devlet dini diye farklı inanç sistemlerini rahatlıkla görebiliriz. Türklerde yöneticilerin yetkileri töreye göre belirlendiğinden her hangi bir imtiyaz sahibi olmak için din kullanılmamıştır. Bu yapısal durumlar geleneklerde kendilerini göstermektedirler. Ön Türklerde hakimiyetin ve siyasi iktidarın kaynağı tanrıya bağlanırdı. Tanrıdan alınan “kut” toplum yararına kullanılmazsa tanrı tarafından tekrar geri alınacağına inanılırdı. Bu inanç sistemi insanlar arasında sınıf kavramının ve köleciliğin oluşması önündeki en büyük engeldi. Bu düşünce o kadar yaygındı ki misafirler hangi suçu işlerlerse işlesinler kesinlikle idam edilmezler, yalnızca hapisle cezalandırılırlardı. Diğerlerinde insana yaklaşım ile Türklerdeki gelişme bu gün dahi kendisini farklı konumda ortaya koyabilmektedir. İnsanlık tarihinde sömürünün başlaması “kölecilikle” ortaya çıkar. Bu düzlemde yol aldığımızda sınıf olgusuyla birlikte insanlar arasındakı üretimden pay alma oranları arasındakı denge çok açılmış ve ne yazık ki tanrının iletisi olarak varlıkları benimsenen “dinler” bu yaraya bir neşter vuramamışlar. Bütün bu yaşananlar “diğerlerinde” olurken, Türkler bu yapılaşmanın dışında kalarak üretim araçlarının ve ondan elde edilen artı değerin paylaşılması konusunda “imtiyaza” izin vermemişlerdir. Sınıfsal çelişkinin ve imtiyazın yaşanmadığı Türk töresine göre şekillenen Türk cumhuriyetinin kuruluş felsefesi uygulamalarıyla çağının çok ilerisinde bir görüntü çizmekteydi. Uluğ Başbuğ ATATÜRK’ÜN’ dediği gibi: “Bizim halkımız menfaatleri bir-birinden ayrılır sınıflar halinde değil, aksine, varlıkları ve çalısmalarının sonucu bir-birine lazım olan sınıflardan ibarettir! Ülkü, sınıf mücadelesi yerine toplumsal dayanışmayı sağlamaktır!” Yukarıda yapılan alıntılar sınıf kavramının oluşması ve bunun sürgit halinde yaşam alanlarında yürüyebilmesi için din her zaman hakim sınıfların sömürü anahtarı olarak görünmektedir!
Türk soylular saygınlığınızla anılın.